Yeni Osmanlıcılığı anlamak için, bunun hem Türkiye’nin iç politikası ve sınıfsal yapısıyla, hem de Batı’nın Ortadoğu’daki çıkarlarıyla ilişkisini irdelelemek gerekir. Bu anlamda Yeni Osmanlıcılığı emperyalizmin bölgesel çıkarları ile Türkiye’deki egemen güçlerin önceliklerinin geçici bir örtüşmesi şeklinde görmek çok daha gerçekçi olacak.
ABD ve diğer Batı ülkeleri
dünya konjonktüründe veya bölgesel düzeyde
ön plana çıkan devletlere genelde
olumsuz ve şüpheci bakarken, Türkiye’nin son yıllardaki ‘Yeni Osmanlıcı’
heveslerine olumlu ve adeta kutlayıcı bir tavırla yaklaşıyor. Bu durum pek çok
gözlemcinin ‘Yeni Osmanlıcılık’ kavramına küresel emperyalizmin bölgesel bir projesi
olarak bakmasına neden oluyor. Oysa, Yeni Osmanlıcılığı anlamak için, bunun hem
Türkiye’nin iç politikası ve sınıfsal yapısıyla, hem de Batı’nın Ortadoğu’daki
çıkarlarıyla ilişkisini irdelelemek gerekir.
Bu anlamda Yeni Osmanlıcılığı emperyalizmin bölgesel çıkarları ile
Türkiye’deki egemen güçlerin önceliklerinin geçici bir örtüşmesi şeklinde
görmek çok daha gerçekçi olacak.
“Yerlinin
Yerlisi” Bir Proje
ABD ve
NATO’nun Yeni Osmanlıcılığa
bakışını anlamak için Soğuk Savaş sonrası bölgesel stratejilerdeki değişimlere
bakmakta yarar var. Sovyetlere karşı Afganistan’da Taliban ve El-Kaide’yi
kullanan ABD, Soğuk Savaş sonrasında da Kuzey Afrika, Orta Asya ve
Kafkaslar’da radikal İslami güçleri silahlandırarak stratejik avantajlar
yakalamaya devam etti. Ancak 11 Eylül sonrasında radikal İslam’a duyulan
güvensizlik ‘Ilımlı İslam’ arayışını doğurdu. ‘Terörizme karşı savaş’
bahanesiyle girilen emperyalist maceralar, özellikle de Irak Savaşı ile çıkmaza
girip ABD için Ortadoğu’da ciddi bir hegemonya krizine yol açınca, ABD, bundan
sonraki müdahalelerde bölgeye Amerikalı asker göndermemek Ortadoğu
politikalarını bölgede daha kabul edilir hale getirmeye yardımcı olmak
amacıyla ‘yerli’ kültürü temsil eden,
yerli ortaklar arama girişimine yöneldi.
Türkiye’nin ‘Yeni Osmanlıcı’
dış politikasına gerek takip ettiği yön gerekse aldığı şekiller açısından
bakıldığı zaman, genelde ABD çıkarları ile uyumunu görmemek imkansız. Belki de
bu nedenle, hükümet taraftarı yazarlar ısrarla ve titizlikle politikaların
‘yerliliği’ üzerinde durmaktalar. Örneğin Fehmi Koru, BOP’tan bahsederken, “ABD
-muhtemelen taktik sebeplerle- ortaya attı diye, anamızın sütü kadar bize hak
olan 'yerlinin yerlisi' bir projeden vazgeçmemiz mi gerekiyor?” diyor (“Yerlinin Yerlisi”, Yeni Şafak, 18 Şubat 2004).
Ortadoğu’ya model
gösterilen Türkiye’nin Batı için önemi pasif
bir modellikten ibaret değil. İlk dönemde Türkiye bu rolü, ‘yumuşak güç’
kullanarak Ortadoğu’daki din kardeşlerini yeni uluslararası düzene entegre
olmaya teşvik ve ikna etme şekilde oynadı. ‘Yeni Osmanlıcı’ dış politika ilk
dönemde ‘komşularla sıfır sorun’ şeklinde tezahür ederken Türkiye, Batı’nın
doğrudan ilişkiye giremediği İran ve Suriye gibi ülkelere Batı’nın mesajlarını
ve taleplerini taşıyordu.
“Arap
Baharının Ardından” Yeni Osmanlıcılık
‘Arap Baharı’nın ardından
Türkiye’nin oynadığı rol giderek daha militarist ve saldırgan bir tavır
kazandı. Tunus’ta ayaklanmalar
başladığında Türkiye önce, aynen ABD ve
AB’nin yaptığı gibi, gelişmeler karşısında sessiz kalmayı tercih etti. Mısır
konusunda da, 30 Ocak’ta Obama’nın ‘düzenli bir geçiş’ çağrısından sonra
Mübarek’e halkın taleplerine cevap vermesi talebinde bulundu. Bahreyn ve
Yemen’deki gelişmelere verilen tepkiler de Batı ülkeleri ile doğrudan
çakışmaktaydı. Bahreyn konusunda Türkiye hükümeti protestoculara karşı
saldırılarda sessiz kalırken Suudi Arabistan’ın ülkeyi işgal etmesine tepki
göstermediği gibi, Suudi Arabistan ile ilişkilerini daha da yakınlaştırdı.
Türkiye’nin
politikasında esas değişim Libya’daki gelişmelerle geldi. 28 Şubat 2011’de
NATO’nun Libya’ya yapabileceği olası bir müdahale için ‘NATO’nun Libya’da ne
işi var?’ ‘saçmalık’ diyen Erdoğan, fikrini bundan hemen birkaç hafta sonra, 21
Mart’ta ‘NATO, Libya'nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil
için oraya gitmelidir" şeklinde
değiştirdi. Suriye’deki gelişmeler karşısındaki tepki de çok hızlı değişti.
Birkaç ay içinde Erdoğan çok yakın zamana kadar ‘kardeşim’ dediği Esad’a
ültimatomlar göndermeye; ‘Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir’ şeklinde
konuşmaya; muhalefetteki en muhafazakar güçleri silahlandırıp, eğitmeye, Türkiye
kamuoyunu da olası bir savaşa hazırlamaya başladı.
‘Arap
Baharı’nın ardından Türkiye’nin bölgesel liderlik arzularını
gerçekleştirebileceğine dair şüpheler oluştu. ‘Komşularla sıfır sorun’
politikasından daha saldırgan bir dış politikaya geçişin bölgesel liderlik için
tek yol olduğunun idraki AKP iktidarının dış politika söylemlerindeki
değişiklikleri açıklamakta önemli bir faktör. Cengiz Çandar’ın
tabiriyle Türkiye, “’komşularla sıfır sorun politikası’nın ölümü ve
bundan hızla çark ettiği için ‘bölge liderliği rüyası’nı görmeye devam etme
şansını yakalamıştır” (‘“Sıfır-Sorun Cenazesi”nden “Çok Sorunlu”
Geleceğe’ Hürriyet, 23 Kasım 2011).
‘Yeni Osmanlıcı’ politikaların sadece
Türkiye’nin Batı’nın beklentilerine pasif bir şekilde boyun eğmesi şeklinde
tasvir edilerek tümüyle Batı çıkarlarına indirgenmesi de yanlış olur. ‘Model
ülke’ rolü, Türkiye’yi muhafazar bir bakış ile tasavvur eden ve bölgesel ve hatta küresel güç olarak görme hevesi olan
AKP iktidarı tarafından da benimsenen bir rol. İç politika açısından
bakıldığında, Yeni Osmanlıcılığın getirdiği perspektif ve vizyon, hem küresel
piyasalarda paylarını büyütmek isteyen Türk
burjuvazisinin çıkarlarının savunulması için bir çerçeve oluşturuyor; hem
cumhuriyet dönemi Türk kimliğine bir alternatif sunuyor; hem de Kürt
politikasına, AKP hükümetinin milliyetçilik anlayışına uygun çözümler vaat
ediyor.
‘Yeni Osmanlıcılık’
ve Ortadoğu’yla ‘Yakınlaşma’
Yeni
Osmanlıcı perspektif, cumhuriyet dönemi dış politikalarını, genelde ‘pasif’,
Ortadoğu’ya karşı da ilgisiz ve ‘soğuk’ olarak karakterize ediyor ve ‘stratejik
derinlik’ ilkesine dayalı dönüşümü, hem Türkiye’nin Ortadoğu’ya ‘dönmesi’, hem
de dış politikada ‘aktivist’leşmesi olarak yorumluyor. Bu yorum, Soğuk Savaş
dönemindeki dinamikleri anlamak ve anlatmakta yetersiz olduğu kadar yanıltıcı.
Sorun, Türkiye’nin Ortadoğu’ya karşı ‘ilgisizliği’ veya dış politikasındaki
‘pasif’liğinden çok, hangi dönemlerde hangi tutumları, neden aldığı ile
açıklanmalı. Tarihsel olarak Türkiye’nin Ortadoğu’ya en çok ‘yakınlaştı’ gibi
göründüğü bazı dönemler, aynı zamanda bölge ülkeleri ile dayanışmanın en çok
zayıfladığı ve en Batıcı dış politikaların takip edildiği dönemlere tekabül
ediyor. 1950lerde
Türkiye Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya karşı ‘ilgisiz’ değildi. Ancak bu ülkeler
ve diğer sömürge ülkelerle ilişkileri tümüyle Batı ekseninde idi. 1955’de
başlatılan Bağdat Paktı (daha sonra CENTO), Ortadoğu’da bağımsız ülkeler
arasında dayanışma prensibinin tersine, Soğuk Savaşta Batı çıkarlarını temsil
edecek bir ortaklığı temsil ediyor, İngiltere’nin ortaklığı ile de, manda
dönemini çağrıştıran bir nitelik arzediyordu. 1955’da sömürgelikten yeni
kurtulmaya çalışan ülkeler Bandung Konferansında Üçüncü Dünya projesini
oluştururken, Türkiye’nin konferanstaki tavrı, bir zamanlar emperyalizme karşı
bağımsızlık savaşı vermiş bir ülkeden ziyade Batı ülkelerinin avukatını
andırıyordu. O dönemdeki Ortadoğu/Kuzey Afrika politikası
daha da net bir Batıcı (ve sömürgeci) bir çizgiye oturdu. İngiltere’ye karşı
bağımsızlık mücadelesi veren Mısır ve Fransa sömürge idaresine karşı çok zorlu
bir bağımsızlık savaşı veren Cezayir’i desteklemek yerine
köstekledi. 1990’ların başında Özal’ın Ortadoğu ile ‘yakınlaşması’ da Birinci
Körfez Savaşı’nda ABD’ye verdiği destek ile ifade edildi.
Türkiye ve Ortadoğu’da Nasıl bir demokrasi?
Yeni Osmanlıcılık, Türkiye ve
Ortadoğu toplumları ve tarihleri konusunda yeni yorumlar içerdiği gibi, aynı
zamanda bu toplumların şekillendirilmesi için bir toplumsal ve siyasi
mühendislik projesi de içeriyor. Yeni Osmanlıcı perspektife göre, Türk toplumu
ve siyasasının ‘doğal’ gelişimi, Osmanlı dönemi yapıları ve ilişkileri ile
tanımlanıyor. Bu perspektife göre, Türkiye’de cumhuriyet dönemi olduğu gibi
Arap ülkelerinde Arap milliyetçiliğinin egemen olduğu dönemler, anomal olarak, yani toplumsal ve
siyasi gelişimlerin toplumların ‘doğal’ tarihsel gidişatından ve evriminden bir
sapmayı temsil ettiği şeklinde yorumlanıyor.
Bu perspektif kendini ve tarihini Oryantalize etme eğilimi
taşıdığı için hem Türkiye hem de Arap ülkeleri için ne tür ve ne kadar demokrasi vaad
edebildiği çok şüpheli. Gerek Yeni Osmanlıcılığın, gerekse Batı ülkelerinin
Oryantalizmi, Nuray Mert’in dediği gibi, ‘Şark’a yetecek kadar’, güdük ve
çarpık bir demokrasi anlayışını meşru gösterebilir (“'Democracy a la Turca' or
'Democracy Bon Pour L'Orient'” Hürriyet
Daily News. 8 Temmuz 2011).
Bu
perspektife göre, sadece Kemalist ideoloji değil, modern dönemde işçi
hareketinden, kadın hareketine ve seküler Kürt hareketine kadar çeşitli
demokratik mücadeleler, ‘yerli’ olarak tanımlanan Türk ve İslam kültüründen
farklı ve onlara aykırı düştükleri ölçüde ‘yabancı’ ve gayri-meşru politikalar
ilan edilip ‘demokrasi’ çerçevesinin dışına itiliyor. ‘Arap Baharı’
çerçevesinde, işçi sınıfı bazlı, yoksulluk ve işsizlik sorunlarını dile getiren,
veya Mısır’da Mursi’nin Anayasa önerisine karşı laik ve demokratik endişeleri
seslendiren protestoların gerek kendi ülkelerinde, gerek Türkiye ve Batı nezdinde
marjinalize edilmelerinin ardında bu Oryantalist perspektif yatıyor. Suriye’de
muhafazar Sünni isyanın demokrasi mücadelesi olarak tanımlanır ve ‘insani
müdahale’ çağrılarına yol açarken, nesnel toplumsal ve ekonomik taleplere
dayanan diğer talep ve mücadelelerin neden ve nasıl görünmez veya önemsiz
kılındığına bir açıklama getirebilir.
Demokrasi
bağlamında sorulması gereken diğer önemli soru, Türkiye’nin, özellikle son
birkaç yıldaki değişimlerden sonra Ortadoğu’ya demokrasi modeli olup olamayacağı.
Giderek artan baskıcı ve anti-demokratik uygulamalar, işçi haklarından, basın
ve düşünce özgürlüğüne, Kürt hareketine karşı yeniden hortlayan militarize tavra
kadar, Türkiye örneğinin demokratikleşmeyi değil, demokratik hak ve
uygulamalarda çok hızlı bir gerilemeyi temsil ettiğini söyleyebiliriz.
‘Model’ kavramı ve Türkiye’ye biçilen modellik
rolü
‘Model ülke’ kavramı birçok açıdan hem müphem, hem de
çelişkili. Bir kere, Türkiye’nin hangi açıdan model olarak görüleceği ülkeden
ülkeye ve çeşitli siyasal aktörlere göre değişiyor. Örneğin, bazı aktörler
Türkiye’nin (görece) laikliğini örnek almak isterken diğerleri bunu çok aşırı
görüyor. Öte taraftan, Türkiye’nin özendiği bölgesel liderlik rolü de Arap
ülkelerinde kolay kabul görecek gibi görünmüyor. Arap dünyasında Osmanlı dönemi,
kardeşçe bir beraberliğe duyulan nostaljiden çok, emperyal bir güce duyulan
tepki ile hatırlanıyor.
Yakın dönemde emperyalist ülkelerin Türkiye’yi örnek olarak
gösterdikleri ‘model’in hala bir ‘ılımlı İslam’ modeli olup olmadığı da artık
net değil. Libya ve Suriye muhalefetinde El Kaide ile bağlantılı bazı gruplar desteklenirken,
bunları destekleyen bölgesel baş aktörler Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin
başını çektiği bir Sünni koalisyon. ‘Ilımlı’olmamanın ötesinde, Suriye
bağlamında geliştirilen politika son derece sekter, bölücü ve tehlikeli. Bölgede
mezhepsel farklılıklar ve çatışmaları körükleyecek nitelikte. Bu politikalar sadece
Suriye’de sekter ayrımları körüklemiyor; aynı zamanda Türkiye’deki Aleviler
için de çok ciddi endişeler oluşturuyor.
Batı Emperyalizmi ile İttifakın Sürdürülebilirliği?
‘Arap
Baharı’ bağlamında Suriye’ye karşı geliştirilen saldırgan politika, yakın
zamanda sınıra Patriot füzeleri yığılması planıyla, gerek İran, gerekse Suriye
ile ilişkilerde gerginliği iyice tırmandırmakta. Özellikle Suriye konusunda
aldığı tutumla Türkiye, sadece komşuluk ilişkilerini ve bölgesel ve küresel
barışı tehlikeye atmıyor. Aynı zamanda, Batı ülkeleri ile şimdiye kadar uyumlu
politikalarında bile, tehlikeli bir kumar oynuyor. Suriye’de rejim değişikliği
isteyen, bunu İran’ın izole edilmesi ve Ortadoğu’nun yeniden
şekillendirilmesinde en önemli basamaklardan biri olarak gören ABD ve diğer
Batı ülkeleri, bunun gerçekleştirilmesinde Türkiye ve diğer yerel aktörlerin
aldıkları rolü bir taraftan desteklerken, bir taraftan da politikalarında
zikzaklar çiziyorlar. Geçtiğimiz yaz, anaakım İngiliz medyasında Suriye’de desteklenen
grupların niteliği ve Türkiye’nin ‘destek’ şekli üzerinde sorular sorulmaya başlamasının
ardından, ABD’de de, özellikle Eylül ayında Libya’daki elçiliğine yapılan
saldırıdan sonra, Libya ve Suriye’de el Kaide bağlantılı gurupların
desteklenmesi konusunda tereddütler
oluşmaya başladı. NATO’nun Türkiye’ye
Patriot füzeleri yerleştirmesine karşın, Suriye’ye asker göndermemeye kararlı
olduğu açık. Buna karşılık, Türkiye’nin Suriye konusundaki tavrını nereye ve ne
kadar ve ne şekillerde destekleyeceği hala net değil. Türkiye’nin çok agresif
adımlar attıktan sonra yalnız bırakılması da söz konusu olabilir. ‘Yeni Osmanlılık’
projesi, bölgesel liderlik ve demokrasi modelliği açısından sınıfta kaldığı, ve
bölgede barışı tehdit ettiği gibi, Batı emperyalizmi ile şimdiye kadar geçerli
olan ittifakında da hüsrana uğrayabilir.
Doç.
Dr. Sedef Arat-Koç
Ryerson
Üniversitesi- Toronto
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder