Türkiye’nin Kıbrıs siyasetinin 2000li yılların ilk yarısında geçirdiği dramatik dönüşümün temel dinamiği AB projesinin düzenin tüm unsurlarının üzerinde uzlaştığı bir ulusal program olarak ortaya çıkışıdır
1950li yıllardan
beri milliyetçi hamasetin malzemesi olagelmiş, Türkiye’de kaç kuşağın bir
“milli dava” olduğuna, Türk olduğuna, Türk kalacağına inandırıldığı
“yavruvatan” nasıl oldu da birkaç sene içerisinde hem devletin hem de
kamuoyunun nezdinde Türkiye’nin AB üyeliği önünde engel teşkil eden, bir an
önce kaldırılması gereken bir engele dönüştü? 2000-2004 arası süreçte yaşanan
hızlı ve köklü dönüşümü aydınlatacak olan temel soru budur.
Bu soruyu yanıtlamaya Türkiye’nin Aralık 1999
Helsinki Zirvesinde kazandığı AB aday üyeliğininden başlamak gerekir. Bugünden
baktığımızda pek de heyecan uyandırmayan aday üyelik sıfatı o dönemde
Türkiye’de düzenin kendisini etrafında (yeniden) örgütlediği yeni bir hegemonik
ilkenin ortaya çıkışını imliyordu. Gramsci hegemonyayı hem egemen sınıfın kendi
iktidarını tabi sınıfların rızalarını örgütleyerek, onların kendi temel
çıkarlarıyla çelişmeyecek kimi taleplerini kendi projesine eklemleyerek kurduğu
bir siyasal süreç olarak tanımlar. Bu tanıma yaslanarak AB üyeliğinin 2000li
yılların ilk yarısında yeni bir hegemonik proje olarak
yükseldiğini söyleyebiliriz. Bu proje, AB üyelik kriterleri dolayımıyla
neo-liberal dönüşümün yasal ve kurumsal anlamda konsolidasyonu için bir tür
araç işlevi görmesinin yanı sıra (bu taleplerin gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak) toplumun değişik kesimlerinin talep ve
beklentilerine seslenebilen bir özelliğe sahipti. Büyük sermayeden sokaktaki
adama, Kürt hareketinden İslamcılara herkese bir vaadi olan AB projesinin,
1980li yıllarda pasif devrim yoluyla kurulmaya çalışılan neoliberal
hegemonyanın geniş kitlelerin talep ve beklentilerinin bir ulusal program
yoluyla egemen sınıfın çıkarlarıyla eklemlenerek yayılmacı (expansive
ve/veya inclusive hegemonya) bir
formda yeniden formüle edilme denemesi olduğu söylenebilir.
AB projesinin 2000li yıllarda kazandığı hegemonik karakter Kıbrıs
sorunu gibi bir dizi kronik problemin AB gözlüğüyle yeniden değerlendirilmesine
yol açtı. Bu anlamda Türkiye’nin Kıbrıs siyasetinin 2000li yılların ilk
yarısında geçirdiği dramatik dönüşümün temel dinamiği AB projesinin düzenin tüm
unsurlarının üzerinde uzlaştığı bir ulusal program olarak ortaya çıkışıdır. AB
Türkiye’nin Kıbrıs meselesindeki tutumunu 1990’dan bu yana açıkça eleştiriyordu
fakat Türkiye’ye aday üye statüsü verilmesiyle birlikte Kıbrıs resmen Türkiye
ile AB arasında bir sorun halline gelmiş ve müzakerelerin bir ön şartı olarak
görülmeye başlanmıştı. Bu durum bizzat Kuzey Kıbrıslıların Denktaş çizgisine
tepkileri ve çözüm yönünde geliştirdikleri inisiyatifle birleşince Türkiye’nin
Kıbrıs sergüzeştinde yeni bir perde açılmış oldu.
Yeni Hegemonya Projesinin
Formülasyonu
Bu perdenin açılışını yapan kuşkusuz TÜSİAD’dır. Denktaş’ın BM Genel
Sekreteri Kofi Annan’ın 8 Kasım 2000’de çözüm için görüşme zemini
oluşturabilmek amacıyla taraflara sunduğu belgeyi müzakere etmeyi reddetmesi ve
MGK ve DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümetinin Denktaş’ın kararını desteklemeleri,
önceliğini AB olarak belirleyen büyük sermaye ile söz konusu unsurlar arasında
bir gerilim yarattı. Bu gerilim Kasım 2001’de dönemin Dışişleri Bakanı İsmail
Cem’in Güney Kıbrıs’ın AB üyesi olması halinde Türkiye’nin de taksimi gündeme
alabileceğini ima eden konuşmasının ardından patladı. TÜSİAD hükümete verdiği
sert yanıtta Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin AB üyeliği önünde bir engel
oluşturmayacak şekilde ele alınması gerektiğini söylemekle kalmıyor ulusal
çıkarı AB’ye üyelik hedefi çerçevesinde yeniden tanımlıyordu. Yani 2001 sonu
itibariyle iktidar bloğu içinde ipler gerilmiş, sermaye Türkiye’nin geleneksel
Kıbrıs siyasetine bayrak açmıştı.
2001 sonunda TÜSİAD’ın hükümetin Kıbrıs politikasına karşı açtığı
bayrak kısa sürede sermaye ile organik ilişkisi bulunan ana akım medyanın
çabasıyla toplumsallaştırıldı. Bu arada AB yetkililerinin ardı ardına yaptığı
açıklamalar Türkiye’nin AB ve Kıbrıs arasında bir seçim yapması gerektiği
fikrinin güçlendiriyordu. Medyanın ve AB’nin Kıbrıs’ın Türkiye’nin AB üyeliğini
imkansız kıldığı yolundaki karşılıklı bombardımanı Türkiye toplumu üzerinde
kaçınılmaz bir etki yarattı. Çarkoğlu ve Kirişçi’nin 2002 yılında
gerçekleştirdikleri kamouyu araştırmasının sonuçlarına göre toplumun çoğunluğu
2002 itibariyle AB’ye üyelik hedefi doğrultusunda Kıbrıs sorununun çözülmesi
gerektiğine ikna olmuştu. İşte AKP tam da sermaye ve hükümet arasındaki
ilişkilerin gerildiği ve Türkiye’nin AB üyeliğinin Kıbrıs sorununun çözülmesine
bağlı olduğu fikrinin popüler algıda yerleşmeye başladığı bir sırada “çözüm”ün
politik aktörü olarak tarih sahnesine çıktı. AKP’nin seçim zaferinden bir hafta
sonra 11 Kasım 2002’de BM Genel Sekreteri Kofi Annan taraflara ve üç garantör
ülkeye “Kıbrıs Sorununun Kapsamlı Çözümü İçin Anlaşma Temeli” başlıklı belgeyi
sundu. AKP’nin seçim zaferi ve Annan Planının sunulmasının, yani 2002 yılının
Kasım ayının, Kıbrıs meselesinde milliyetçi ve liberal cepheler arasındaki
hegemonik mücadelede bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarihten
itibaren daha önce muhalif olan “çözüm ve AB” cephesi hem maddi hem de
psikolojik anlamda üstünlük kazandı.
Denktaş’ın Tasfiyesi ve Hegemonya
Mücadelesinin Yeni Aktörleri
Denktaş’ın
inadının karşısında AKP’nin hareketsiz kaldığı 2003 yılının ilk aylarında
TÜSİAD müttefikini de sert bir dille eleştirmekten, AB sürecini tehlikeye
atmakla, Türkiye’yi izolasyona mahkum etmekle itham etmekten çekinmedi. 2003’ün
ilk yarısındaki hareketsizlik halini kıran müdahale yine TÜSİAD’dan geldi. 17
Temmuz 2003’da Boğaziçi Üniversitesi ile birlikte düzenlediği “Annan Planı:
Hayaller ve Gerçekler” Konferansında TÜSİAD, hükümeti
Kıbrıs konusundaki uzlaşmacı ve çözüm yanlısı tutumuna sahip çıkmaya çağırdı;
sonraki aylarda da Annan Planının kabul edilmesi için üniversitelerle, farklı
sivil toplum örgütleriyle, KKTC İş Adamları Derneğiyle ve TÜRKONFED ile
işbirliği içinde konuyla ilgili açıklamalar yaptı, konferanslar düzenledi,
raporlar yayınladı. Erdoğan da çok geçmeden TÜSİAD’ın çağrısına cevap verdi ve
Eylül 2003’ten itibaren Kıbrıs’ta çözüm sinyalleri vermeye başladı. KKTC’de 13
Aralık 2003’te yapılan genel seçimlerden Annan Planının en önemli destekçisi
Mehmet Ali Talat’ın galip çıkması Kıbrıs Cumhuriyetinin AB üyesi olacağı Mayıs
2004’e kadar çözüm hedefini gerçekçi bir alternatif haline getirdi. Dönemin
Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’un Silahlı Kuvvetler’in Mayıs 2004’e
kadar sorunun çözülmesini istediğini açıklaması hükümeti daha da rahatlattı. Bu
rahatlıkla Erdoğan 21-25 Ocak 2004 tarihlerinde Davos’ta biraraya geldiği
Annan’a Türkiye’nin Annan Planı’nı müzakere temeli olarak kabul ettiğini
söyledi ve Denktaş’ı devreden çıkarttı. Nihayetinde Annan’ın son halini verdiği
belge istenilen tarihte referanduma sunuldu. Hükümet, sermaye, medya, BM, AB ve
ABD’nin hep bir ağızdan yaptığı çağrılar Kıbrıs Türk toplumu nezdinde
karşılığını buldu ve Güneyli Rumlar planı %75.83 gibi ezici bir oranda
reddederken Kuzeyli Türkler %64.91 oranıyla Annan Planına onay verdiler. Bu
sonuç Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün devamı anlamına gelse de Türkiye’deki “Kıbrıs’ta
çözüm” koalisyonu açısından net bir zafere işaret ediyordu. AKP hükümetince
referandumdan hemen sonra yapılan, Türkiye’nin önündeki Kıbrıs engelinin
kalktığını ifade eden açıklamalar Kıbrıs sorununun ne kadar işlevselci bir
biçimde algılandığını göstermesi açısından manidardır.
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki: Kıbrıs sorunun siyasal ve toplumsal
düzlemde algılanışında 2000li yılların ilk yarısında yaşanan dönüşümün ana
aktörü TÜSİAD’ın temsilciliğini yaptığı büyük sermaye, ana motivasyonu da
Kıbrıs sorununun Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin önündeki en önemli engel
olduğu düşüncesidir. Söz konusu dönemde Kıbrıs meselesi ulusalcı ve liberal
kamplar arasında iktidar bloğu içinde ve dışında yaşanan hegemonik mücadelenin
bir sembolik göstereni olarak görülebilir. Kıbrıs meselesi bağlamında 2002 yılı
itibariyle liberallerin üstün konuma geçmesi de bu kampın genel hegemonik
mücadele içinde kazandığı üstünlükle bağlantılıdır.
Başka bir sonuç da Türkiye’nin Kıbrıs siyasetini iddia edildiği gibi
bir takım jeopolitik çıkarlar, güvenlik hassasiyetleri ya da ulusal onura,
soydaşlığa, vs. dair etik prensiplerin değil değişen politik vizyon ve
programların, bu vizyon ve programların belirlenmesi için yapılan hegemonik
mücadelelerin, vs. belirlediğidir. Bu örnekten yola çıkarak iç politika ve dış
politikanın farklı süreçler olarak kavranmaması; siyasetin ulusal ve
uluslararası boyutlara sahip bütünsel bir süreç olarak görülmesi ve tarihsel
bağlamda, dönemin sınıfsal-toplumsal-hegemonik mücadeleleri üzerinden
incelenmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Dr. Özge Yaka
Siyaset Bilimci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder