Toplumsal ve bireysel belleğin yeniden şekillendirilmesi karmaşık ve çok boyutlu bir dizi adım ve farklı yöntemler gerekmektedir. Söz konusu gündem, 1915, Ermeniler ve soykırım tartışması gibi “sıcak” bir başlık olduğunda yöntemler iyiden iyiye karmaşıklaşmaktadır.
Ölüler gerçekten ölü müdür?
Tuhaf bir soru farkındayım... Başka bir
biçimde formüle edeyim: Tarih tamamlanabilir mi? Yoksa tarih, hep noksan mıdır?
Bu sorunun yanıtını Walter Benjamin şöyle veriyor: “Tarih yalnızca bir bilim
değildir fakat bir yad etme biçimidir de. Hatıra, bilim tarafından ‘saptanan’
bir şeyin üzerinde pekala oynamalar yapabilir.”
Ölüler (ya
da öldürülenler) gerçekten ölmüştür ve tarih bu açıdan “tamamlanmıştır”. Ancak başka
bir açıdan tarih hep noksan kalmaya mahkumdur. Zira ne yazılanlar -kısıtlı bir
zaman dilimi için dahi olsa- tüm tarihsel deneyimleri ve oluşları kapsayacak denli
detaylı olabilir, ne de bizim ölülerle olan ilişkimiz, diğer bir deyişle,
tarihi anlama ve ondan anlam çıkarma işlemimiz bir kereliğe mahsustur. Bu
ilişki, zaman içinde yeninden ve yeniden kurulur.
Tarih, bellek, inkar
Ne yazık ki,
tarih ve ölüler arasında kurulan bu benzetme coğrafyamızda bir benzetme olmanın
ötesine geçiyor ve acı bir gerçekliğe tekabül ediyor. Bu coğrafya, uzunca bir
süreden beri ama özellikle İmparatorluk’un son yüzyılında insanlığın hanesine
kara harflerle yazılan çok büyük trajediler üretti. Tarih, bizim için kitlesel
ölümler, katliamlar, zorunlu nüfus hareketleri ile neredeyse eşanlamlı hale geldi.
İşte bu tarihsel dönemeçte, Osmanlı Ermenileri’nin büyük çoğunluğunun yaşadıkları
topraktan ve hatta hayattan koparılmaları süreci bu coğrafyada yaşanan acıların
en büyüğü, daha kötüsünün olamayacağı bir “sınır vaka” olarak tarihte yer aldı.
Günümüzde bu trajedinin boyutları bir dizi mekanizma ile tartışma dışında
tutulmakta, ölüleri bir kez bile gömülmeden unutturulmak istenmektedir.
Bu
mekanizmalardan en temeli belleklerin manipülasyonudur. Ancak geçmişi/tarihi
manipüle etmeyi hedefleyen bu tarz bellek operasyonları, Pirüpak Zihnin Ebedi Mutluluğu (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) filminde
olduğu gibi tıbbi bir operasyonla, bir düğmeye basılarak gerçekleşmez. Aksine,
toplumsal ve bireysel belleğin yeniden şekillendirilmesi karmaşık ve çok
boyutlu bir dizi adım ve farklı yöntemler gerekmektedir. Söz konusu gündem,
1915, Ermeniler ve soykırım tartışması gibi “sıcak” bir başlık olduğunda yöntemler
iyiden iyiye karmaşıklaşmaktadır.
Bu noktada
belki de ilk dikkat çekmemiz gereken husus Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
neredeyse bir asırlık inkar politikasıdır. Devlet, “ulusal bellek” olarak kodlayabileceğimiz
“tarih-bellek”ten Ermenilerin
yaşadığı trajediyi hatta Ermenilerin bu toprakların kadim halklarından olduğunu
ne pahasına olursa olsun reddetmiş, neticede bunları bahsettiğimiz
tarih-bellekten hakketmiş, kazımıştır. Bu inkar, Türklüğün inşasında özel bir
öneme sahip olmuştur. Ermenilerden ve diğer unsurlardan boşalan tarih-belleğe
Türklük itinayla nakşedilmiştir. Yusuf Halaçoğlu, bu meseleyi oldukça öz biçimde
dile getirmiştir: “Evet, Türk’ün Türk’e propagandasını yapıyoruz!”
“Tarihçinin tarihi” ya da akademik cendere
Ancak,
meselemiz milliyetçi hatta ırkçı bir zeminde kurulan ve tarihyazımının en bariz
sorunu olan inkardan ötedir ve konuyla ilgili tarihyazımının sorunu sadece inkardan
ibaret değil.
Hindistanlı tarihçi
Gyanendra Pandey, “tarihçinin tarihi” adını verdiği, kolektif şiddet vakalarına
ilişkin (örneğin Yahudi Soykırımı) “gerçeği” üretme etkinliğinin aynı zamanda çeşitli
yönelimler neticesinde bu vakaların üzerini örtebildiğinden bahseder. Bunlardan
bir tanesi, bu olayların, trajik boyutlarından ötürü anlatılamayacağı, tarih
çalışmalarının ve genel olarak sözcüklerin bunda kifayetsiz kalacağına ilişkin
vurgudur. Tıpkı 1915 yılında katledilen edebiyatçı
Atom Yarcanyan’ın –ya da müstear ismi ile Siamanto– dediği gibi Osmanlı
İmparatorluğu’nda Ermenilerin yaşadıkları “bir hikaye ki anlatılamaz” olarak
kalmaya devam etmekte, “Büyük Felaket”, “benzersizce benzersiz” olarak ele
alındıkça tarihselleştirilemez hale gelmektedir. Konuya ilişkin failler, faillerin
bilinçli biçimde soykırıma yönelip yönelmedikleri gibi tartışmaların
sonuçlanmamasının nedenlerinden birinin bu tarihselleştirilememe hali olduğunu
düşünüyorum.
Pandey’in
tarif ettiği bir diğer yönelim ise kendimizi bu korkunç anlardan
uzaklaştırmamızla ilgilidir. Pandey’e göre, kolektif şiddet olaylarının tarihi hızlıca
olayın nedenlerinin tarihine dönüştürülüvermektedir. Ancak, olayın nedenleri olayın
kendisi değildir. Nasıl ki meşenin anlaşılabilmesi için meşe palamudunun
incelenmesinden fazlasına ihtiyacımız varsa, soykırımın tarihinin anlaşılması
için de Müslüman (Türk ve Kürt)-Ermeni geriliminin kökenlerinin ötesine geçmemiz
gerekmektedir. Olayın nedenlerine yapılan vurgu, soykırımın günümüze uzanan
gölgesini farketmemizi engellemekte, bu trajedi sonrasında ortaya çıkan yeni
toplumsal düzenlemelerin ve yeni öznelliklerin incelenmesinden bizi
alıkoymaktadır. Müslümanlar ve giderek Türkler ile Ermeniler arasındaki
gerilime odaklanan tarihyazımı ister istemez Osmanlı’nın “altın çağı”na,
ulus-devlete karşı idealize edilen imparatorluğa dönük bir nostaljiyi
beslemekte, farklı bir açıdan milliyetçi söyleme yaklaşmakta (imparatorluğun
birliğine özlem) ve giderek soykırımın tarihi “bizim” tarihimiz olmaktan
çıkmaktadır. Bu haliyle, soykırımın tarihi, masalsılaşmış bir Osmanlı okumasına
yaslanırken diğer tarafıyla Teşkilat-ı Mahsusa’nın tarihi oluvermektedir. Anlatılan
“bizim” değil, başka
birinin hikayesidir...
Bir diğer sorun
da tarihyazımında kolektif şiddete nasıl yaklaşıldığı ile ilgilidir. Şiddet, ya
tarihin kendisi haline gelmekte (katliam hikayeleri) ya da şiddet tümüyle tarih
alanının dışına itilmekte, süreç sterilize edilmektedir.
Tarihyazımındaki
sorunlar bununla da sınırlı değildir. Aşırı politikleşmiş konularda yapılan tarih
incelemeleri özel bir amaçla hayata geçirilmemiş olsalar bile ister istemez dolaşımda
olan siyasal projelere eklemlenirler ya da muhatapları tarafından bu projelere
göre konumlandırılırlar. Bu noktada akademinin tutucu sırça köşkü ile en
pespaye “siyaset meydanı” tartışmaları arasındaki mesafenin o kadar da uzun
olmadığını görebiliyoruz. Soykırım meselesine ilişkin yürüyen tartışmaların
raydan çıkmış olma durumunun bununla yakından ilişkisi vardır. Konuya ilişkin
resmi/milliyetçi tezlerin
eleştirisine dayanan ancak “gayrı-resmi tarih ortodoksisi”nin de sınırları
dışına çıkan okumalara karşı geliştirilen tavır ve kimi isimlerin entelektüel
markalaşma gayreti bilimsel çalışmaların önünü kesebilecek noktaya geldi.
2009 yılında
Fuat Dündar’ın Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve
Terakki'nin Etnisite Mühendisliği 1913-1918 isimli çalışmasına
dönük Ayhan Aktar ve Abdülhamit Kırmızı’nın Tarih
ve Toplum dergisi sayfalarından gerçekleştirdikleri eleştiri
diyemeyeceğimiz ölçüde edep sınırlarını zorlayan saldırı belki de bu konuda hangi
seviyede olduğumuza dair en açık göstergelerden biriydi. Ancak mesele daha
yakın zamanlı Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın hatıratına ilişkin tartışma ile daha
net biçimde ortaya çıktı ve popülarize oldu. Tartışmayı takip edemeyenler için
özetle anlatacak olursak, Bilgi Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Ayhan
Aktar, 1947’de ABD’de basılmış ve Sarkis Torosyan’ın Cihan Harbi’nde Osmanlı
ordusunda görevli bir subay olarak savaştığı cepheleri merkeze alan hatıratını
geniş bir önsöz ve çok sayıda dipnotla Türkçe’de yayımladı. Aktar, Yüzbaşı
Torosyan’ın Çanakkale cephesinde gösterdiği –daha doğrusu kendi anlattığı–
başarılarına karşılık resmi tarih tarafından görmezden gelinmesini, hatta
Torosyan’ın askeri biriminin tümden resmi anlatıdan “çıkarılmış” olmasını devletin
Ermenilere dönük inkar politikasının bir uzantısı olarak gördü ve böyle
açıkladı. Ancak, hatıratın tarihsel açıdan “sahih” olmadığını göstermek
amacıyla Halil Berktay’ın özellikle Çanakkale cephesine ilişkin metindeki tutarsızlıklara
dikkat çekmesi (sanıyorum Bektay bu konuda 30’un üzerinde yazı kaleme aldı) ve
hatıratın tutarsızlıklarına dair Hakan Erdem’in başlı başına bir kitap yazması
ile mesele çok boyutlu ve uzun ömürlü bir polemik haline geldi. Meselenin
detaylarını burada tartışmak mümkün değil ancak konumuz açısından şu kısım önem
arzediyor: Ayhan Aktar, Taraf’ta metnin gerçekliğini sorgulayan tarihçileri,
özellikle de Halil Berktay’ı milliyetçilik ve soykırım inkarcılığı ile suçlayan
yazılar yayımladı. Aktar’a Taner Akçam katıldı ve onun bıraktığı yerden tartışmaya
devam etti. Oysa hem Torosyan’ın hatıratının büyük bölümü uydurma hem de
Genelkurmay Torosyan’ı görmezden gelmiş olamaz mıydı? Bu basit ve pek muhtemel
olasılık dahi markalaşma telaşındaki gayrı-resmi tarih ortodoksisinin aklına
gelmedi.
Soykırımın uzun gölgesi
Bu
tartışmaların yanında bir de Hasan Hüseyin’in şiirindeki gibi “adını koyamama
sıkıntısı” yaşıyoruz yaklaşık 100 yıl önceki trajedi ile ilgili. Trajedinin
boyutlarını teslim edenler arasında bile teknik diyebileceğimiz bir “soykırım
mıydı değil miydi” tartışması sürüyor. “S-sözcüğüne” ilişkin bu tartışmaların
yanında atlanan, konuşulmayan önemli bir nokta üzerimizdeki karanlık, trajedinin
uzun gölgesi oluyor... 2012’nin son ayında iki Ermeni kadın yurttaşımız ayrı
zamanlarda ancak aynı yerde, Samatya’da saldırıya uğradı. Biri bir gözünü yitirdi,
diğeri ne yazık ki hayatını. İki olay da henüz çözülebilmiş değil. Hrant’ın Samast
tarafından öldürülmesinin üzerinden ise altı sene geçti. Suikasttaki sis
perdesi kalkmış durumda değil, üstüne üstlük sorumluluğu olan isimlerin terfi
basamaklarını hızla çıktıklarını okuyup duruyoruz.
Tüm bunlar
olurken “açılımcı” Başbakan “grubuna”
sesleniyor?
"Bizim için millet, işte bu
ittihad-ı İslamiyye’dir. Biz aynı kıbleye dönen tek bir milletiz..."
Sarkis,
Samast, Samatya, soykırım... Gölge bugüne uzarken benim aklımda iflah olmaz sorular:
“Samastya” Başbakanı’nın
konuşmasındaki kayıp Ermeni’yi bulabildiniz mi?
Geçmişin
kefaretini ödemeyenler yarına sahip çıkabilir mi?
Ya da ölüler
gerçekten ölü müdür?
Aytek Soner Alpan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder