Ortadoğu’da Derin Stratejik Güvensizlik


Batı emperyalizmini tecrübe etmiş, bu tecrübelerden doğmuş, bugün hala batılı devletlerin kapitalist sömürüsü ve emperyalist baskısı ile birlikte yaşayan Araplar için bölgeye yeteri kadar emperyalist müdahale var, yeni bir emperyalist güce yer yok. Araplar, Osmanlı’yı yaşamaya değil daha çok tüketmeye hazırlar; diziler, boğaz ve saray turizmi gibi...  



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Eylül 2011’de “Arap Baharı Turu” çerçevesinde ziyaret ettiği Kahire’de çoğunluğunu Müslüman Kardeşler’in gençlerinin ve genç destekçilerinin oluşturduğu büyük ve coşkulu bir kalabalık tarafından karşılandı. Bu heyecanlı karşılama, 2009 yılında Davos’ta İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres’e yönelik tarihi meydan okumanın geri dönüşüydü. Aynı zamanda Mavi Marmara yardım gemisine düzenlediği saldırı için özür dilemeyi reddeden İsrail’in Türkiye Büyükelçisi’nin ülkesine gönderilmesinin Müslüman Kardeşler nezdinde yarattığı memnuniyetin bir göstergesiydi. Kahire’deki bu manzara sadece birkaç ay önce seçim zaferini kutlayan Başbakan’ın şu sözlerini de hatırlatıyordu:

“İnanın bugün İstanbul kadar Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır; Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır. Bugün, demokrasi kadar, özgürlük kadar, barış, adalet, istikrar kazanmıştır.”

Mısırlı gençler sanki Başbakan’ın bu sözlerini yeni duymuş, Kahire’yi ve bizi unutma der gibiydiler. İsrail’in Filistin topraklarında izlediği şiddet ve eziyet siyasetine karşı elleri kolları bağlı çaresiz veya tepkisiz kalan Arap rejimlerinin aksine Türkiye’nin İsraili göstermelik de olsa karşıya alan tavrı Arap halkları için umut vericiydi. Erdoğan Mısırlı gençlerin gösterdiği sempatinin yanında, Muhammet Badie’yle yaptığı görüşme boyunca Müslüman Kardeşler’in liderinden de “siyonist aşağılamalara” karşı sergilediği “taviz vermez” tavrı için büyük övgüler aldı.

Stratejik Derinlik Ortadoğu’ya Açılırken
Ahmet Davutoğlu’nun, Yeni Osmanlıcılık’ın akademik altyapısı olduğu düşünülen kitabında ve söylemlerinde ifade ettiği gibi “Stratejik Derinlik” politikası sadece Türkiye’ye değil, Balkanlar’dan Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya kadar sözde Osmanlı kültürü, tarihi ve en önemlisi İslamla birbirine bağlı olduğu varsayılan halkların yaşadığı geniş coğrafyaya “barış”, “refah” ve “düzen” vaad ediyordu. Bunun yanısıra Ortadoğu’da cehennemi İsrail’in varlığı olarak algılayan kitleler Türkiye’nin İsrail’e nasıl ve ne kadar diş geçirebileceğini görmek istiyordu. Erdoğan aynı ziyaretin bir parçası olan Arap Ligi toplantısında İsrail’e çok fena çattı, İsrail’in Mavi Marmara için özür dilemesi ve Gazze topraklarından elini çekmesi gerektiğini de söyledi. İşte bu, yani Arap halklarının (bir kesiminin) Türkiye’yi Filistin sorununun çözümü adına İsrail’e haddini bildirecek güç olarak görmesi, Türkiye’ye hayranlık ve hürmet duyması, “Türkiye’nin Uluslararası Konumu”nun “Stratejik Derinlik”ler bağlamında yeniden şekillendirildiği dış politika hamlesinin Yeni Osmanlıcılık projesi adına Ortadoğu’da kazanılan “tek” başarısıydı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Başbakanı Erdoğan etkileyici bir kamu diplomasisi programı ile Arapların “kalp”lerini Gazze üzerinden kazanmıştı. Ancak “zihin”leri kazanmak, bölgenin hamisi rolünü Arap liderlerine, seçkin sınıflara ve eğitimli halk kesimlerine kabul ettirmek göründüğü kadar kolay değildi.

Stratejik Derinliğin Sınırı
Her şey Erdoğan’ın Mısır’dan ayrılışının ardından Müslüman Kardeşlerin iki numaralı lideri Essam Al-Arian’ın sert çıkışıyla farklı bir anlam kazandı. Erdoğan, bir televizyon kanalının kendisiyle yaptığı görüşme esnasında Mısır’ın “demokratik” ve “laik” dönüşümüne olan inancını dile getirmişti. Erdoğan’ın bu sözleri Müslüman Kardeşleri çileden çıkardı. Müslüman Kardeşlerin ikinci lideri Al-Arian, “Mısırlıların Türkiye’den demokrasi dersi almaya ihtiyacı yok” diyerek, Arap medyasının ifadesiyle, “Erdoğan’ı azarladı”. AKP’nin “Stretejik Derinlik” odaklı dış siyasetinin Ortadoğu’daki en güvenilir ortakları (daha kaba bir ifadeyle taşeronları) olarak kabul edilen Müslüman Kardeşler’in “küçük kardeş” konumuna düşürülmeye ve Türkiye’den talimat almaya hiç niyetinin olmadığı görülmüştü.

Arap kamuoyunda tartışılan bu sert çıkış, gençlerin Erdoğan’a duyduğu sempati ve Arab liginde Erdoğan’ın sırtını sıvazlayan liderlerin görüntüleri ile tezatlık taşıyordu. Kimilerine göre Müslüman Kadeşlerin içinde jenerasyon ayrılıkları vardı. Gençler, Erdoğan gibi samimi ve karizmatik bir lideri kendilerine yakın bulurken partinin üst yönetimi AKP’ye realist bir mesafeyle yaklaşıyordu. Bir grup yorumcu ise Müslüman Kardeşlerin AKP ile stratejik ortaklık içerisinde olduklarını, ancak ne Türkiye tarzı bir toplum ne de Türk ürünü bir devlet sistemi istediklerini, Mısır için kendi planları olduğunu söyledi. Türkiye’nin bölgedeki “Ilımlı İslamcılar” üzerinde dahi etkili bir gücü olup olmadığı tartışıldı. Zaten Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ne “ılımlı İslam” projesinden ne de içinde “demokrasi” kelimesi geçen söylemlerden hoşlandığı biliniyor. Suudi Arabistan’ın, Türkiye’yi Orta Doğu’nun Sünni halklarının lideri olarak görme hevesini tolere edeceğini düşünmek de gerçekçi değil; Sünni Müslümanların lideri zaten kendisidir, AKP’nin Müslüman kardeşler üzerinde sahip olduğu etkinin çok fazlasına tüm dünyaya yayılmış Salafi gruplar üzerinde sahiptir.   
  
Ayrıca, Mısır, Libya, Suriye ve Tunus’taki “ılımlı İslamcı” grupların, AKP’nin ekonomik başarısını örnek almak konusunda çok hevesli oldukları, demokratik reform ve laiklik konusunda ise kendilerinden önceki diktatörleri aratacak kadar gerici oldukları ilk icraatleriyle hedef aldıkları kadın hak ve özgürlükleri düşünülecek olursa kamuoyunun gözlemlediği bir gerçek. Erdoğan’ın Orta Doğu’da arz-ı endam eylemesinin, Türkiye’nin yeni Osmanlıcılık siyasetinin yani bu ülkenin tüm bölgeyi hedef alan “yeni emperyalist oyunlar”ının bir parçası olduğunu ve Müslüman Kardeşlerin bunu görecek ve karşı tavır alacak kadar uyanık ve kurt siyasetçiler olduğunu ifade edenler de oldu. Türkiye’nin emperyalist hükmetme arayışları içerisinde olduğu kaygısı, Kahire ziyareti tartışmasından bağımsız, özellikle sol kanatta yer alan Arap aydınları ve gazetecileri tarafından sık sık ifade edildi. Türkiye’nin Orta Doğu’da soyunduğu yeni “stratejik” rol bu kesimlerde bu şekilde yorumlanmaya da devam ediyor.

Yeni Osmanlıcılığın Tüketimi
Erdoğan’ın Kahire gezisi sırasında sarf ettiği sözlerin dönüp dolaşıp mazlum Arap halkaları gözünde sahip olduğu karizmasını ve “cabbar lider” imajını vurduğu da söylenebilir. Çünkü bıçağın kemiğe dayandığı Arap sokaklarında – özellikle bir soykırım yaşanan ve Erdoğan’ın en popüler olduğu Gazze’de - insanlar “söz” duymak değil “eylem” ve “icraat” görmek istiyorlar. Ne Davos çıkışı ne de sonrasında sarf edilen sözler siyasette somut bir karşılık buldu. İsrail Mavi Marmara’da sebep olduğu ölümler nedeniyle özür dilemedi. Birleşmiş Milletler’in Palmer Raporu dahi İsrail’in yanında tavır sergileyerek Mavi Marmara girişiminin provokatif ve yasadışı olduğunu ifade etti. İsrail, Gazze’yi ezmeye ve bombalamaya devam etti. Türkiye tüm bu gelişmeler, özellikle 2012 yılı sonunda Gazze’de yaşananlar karşısında etkisiz bırakıldı. İsrail’le yaşadığı diplomasi krizinin faturası AKP ve Erdoğan için çok ağır ve acı oldu. Bunların üstüne Türkiye’nin Suriye’de sergilediği tavır, Orta Doğu’da Esad karşıtı kimi kesimleri memnun ederken, daha geniş bir halk nezdinde, “seçkin” ve aydın tabanında Türkiye’nin sadece emperyalist değil aynı zamanda hizipçi/mezhepçi bir siyaset izlediği kaygısını uyandırdı. Özellikle “demokrasi”, “özgürlük”, “barış”, “adalet”ve “istikrar” vaat eden stratejik derinlikli Türkiye dış politikasının Orta Doğu’nun hemen her ülkesinin muzdarip olduğu mezhep eksenli sorunları çözmeye değil, kaşımaya çalıştığı gibi haklı bir izlenim doğdu.     

Arap rejimlerinin çoğunun anti-demokratik, baskıcı ve batı emperyalizmine boyun eğmiş bir halde oldukları söylenebilir; ancak seçkin sınıflar, devletler ve hükümetler aptal veya kandırılmaya hazır değiller; dış politikalarında duygusal değil son derece realistler. Mart 2012’de Bağdat’ta yapılan son Arab Ligi toplantısında “Arap olmayan unsurların müdahalesi”ni istemediklerini açıklayarak Türkiye’yi dışladılar. Batı emperyalizmini tecrübe etmiş, bu tecrübelerden doğmuş, bugün hala batılı devletlerin kapitalist sömürüsü, siyasi baskısı ve bölgeye konuşlanmış onlarca askeri üs ile birlikte yaşayan Araplar için bölgeye yeteri kadar emperyalist müdahale var, yeni bir emperyalist güce yer yok. Araplar, Osmanlı’yı yaşamaya değil daha çok tüketmeye hazırlar; diziler, boğaz ve saray turizmi gibi...  


Dr. Deniz Gökalp 
Sosyolog

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder