Kıbrıs’ın kuzeyinin oldukça acımasız bir ekonomik yeniden yapılandırmaya tabi olduğu şu günlerde, soL okuruna Kıbrıs’ı anlatmanın oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yazının Kıbrıs Türk Solu ve Türkiye Solu arasındaki diyaloğa bir katkıda bulunması en büyük temennim. Zira tarihsel bazı sebeplerle, hem Kıbrıs Türk solunun içine kapanıklığı, hem de Türkiye Solunun “anti-emperyalist” görünümlü üçüncü dünya solculuğunun etkisinde kalmasından ötürü bu iki ülkenin sol hareketleri arasındaki diyaloğun oldukça cılız kaldığını düşünüyorum. Yıllarca Rumlardan korunması gereken bir “yavru vatan” olarak görülen bu adadaki iki toplum içindeki iç dinamikler hem meseleyi jeopolitik ya da etnik çatışmaya indirgeyen akademik çalışmalar, hem de Türkiye kamuoyu tarafından görmezden gelindi. Oysa bugün Kuzey Kıbrıs, küresel krizin ardından dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi kazanılmış hakları tırpanlayan, özelleştirmelerle yüzlerce insanı işsiz bırakan bir vahşi kapitalizme mahkum edilmiş durumda. Bu vahşi kapitalizmi ise bizzat kendini “KKTC’nin IMFsi” olarak tanımlamaktan imtina etmeyen Türkiye makamları uyguluyor. (KKTC’nin TC elçisi Halil İbrahim Akça, Fortune dergisinin Türkçe edisyonuna verdiği mülakatta Türkiye’yi Kuzey Kıbrıs’ın IMFsi olarak tanımlamıştı). AKP’nin 2002’den beri Türkiye’de uygulamakta olduğu neoliberal politikalar, Kıbrıs’ın kuzey yarısında da hız kesmeden uygulanmakta. İki toplumun emekçilerinin kader birliği ettiği bu noktada, Türkiye’nin dağınık arka bahçesi olarak görülegelen bu küçük adadaki yeniden yapılandırma sürecine dair bir resim çizmeye çalışacağım.
Felç Olan Bir Şehir: Lefkoşa
Öncelikle bugünkü manzarayı resmetmekle başlayım. Yaşadığım başkent Lefkoşa aylardır belediye çalışanlarının grevinden ötürü çöp yığınları içinde. Salgın hastalık endişesi ve çöp kokuları ortalığı sarmış durumda. Lefkoşa Belediye Başkanı Cemal Bulutoğulları, başa gelir gelmez yüzlerce usulsüz istihdam yapmakla, usulsüz harcama ve usulsüz borçlanmalar ve keyfi ihale ve alımlarla belediyeyi batırmakla suçlanıyor. Netice ortada. Yüzlerce belediye çalışanı aylardır maaşlarını alamıyor, sosyal sigorta ve ihtiyat sandığı yatırımları yapılmıyor. Öte yandan, iktidardaki Ulusal Birlik Partisi felç olmuş durumda. Parti kurultayında delegelerin mutlak çoğunluğunun oyunu alamayan Başbakan İrsen Küçük Cumhurbaşkanı Eroğlu’na yakınlığıyla bilinen ikinci aday Ahmet Kaşif’in itirazlarına rağmen UBP’nin başkanı ilan edilince, Kaşif konuyu yargıya taşıdı. Lefkoşa Kaza mahkemesi UBP kurultayına ilişkin İrsen Küçük’ün genel başkanlık yetkilerinin durdurulması ile ilgili ara emri aldı. Mahkemenin kararını kabul etmeyen Küçük, ara emir kararının kaldırılması talebiyle Yüksek İdare Mahkemesine başvurdu. Mahkemenin kararı 20 Aralık’ta verilecek. Aylardır herkes bir film izler gibi UBP içindeki bu gelişmeleri izlerken, parti içi muhalefetten ötürü meclis toplanamıyor, bütçe görüşmeleri tıkandı. UBP istediği yasayı geçirecek ve dilediği kararı alacak çoğunluğa sahip olmasına rağmen son 2.5 aydır bir yasa çıkarmadı. Meclis sık sık ertelendiği için ne yasa calışmaları yol alabiliyor, ne de araştırma komiteleri.
AKP ve UBP’nin Şok Terapisi
Tam böyle bir süreçte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 4 Aralık tarihinde Ankara’da “2013-2015 Sürdürülebilir Ekonomiye Geçiş Programı” imzalandı. Tarihin ironisi o ki kurulduğu günden beri siyaset yapmayı devlet kaynaklarını yandaş kazanmak için dağıtmak olarak gören bir sağ parti toplumdaki pek çok kesimin tepkisini çekmiş bir yıkım paketini uygulamakla görevlendirildi. Bir anlamda AKP, UBP’yi kapitalizmin önemli bir unsuru olan “verimlilik” esasını göz önünde tutarak terbiye etmeye niyet etti. Zira artık sürdürülebilir olmadığı herkesin malumu olan Kıbrıs’taki ekonomik yapıyı bir tür “şok terapi” uygulayarak, hızlıca ve acımasızca dönüstürmeyi amaçladığı anlaşılıyor. AKPile UBP arasındaki bu uyum, İrsen Küçük hükümetinin bazı “küçük kabahatlerini” de görmezden gelmeyi gerektiriyor, krize rağmen UBP’nin kamu kuruluşlarında çoğunlukla yandaşı olan 3500 kişiyi istihdam etmesi gibi (Ortam, 6 Aralık, 2012).
4 Aralık 2012 tarihinde imzalanan ekonomik protokol, Başbakanlık Müşteşarı Ömer Köseoğlu’nun ifadesiyle “kamu maliyesini küçültmeyi, özel sektörü büyütmeyi amaçlıyor. Dört yıllık dönem icinde Türkiye’den gelecek katkıların onemli bir bölümü özel sektör için harcanacak. Gözlemlediğim kadarıyla şu ana kadar paketi destekleyen tek örgüt, önerilerinin protokolde ciddiyetle değerlendirildiğini ifade eden Kıbrıs Türk Ticaret Odası (KTTO) oldu. Pakete ise neredeyse bütün sendika ve emek kesimini temsil eden diğer kurumlar tepki gösteriyor. Tüm bu partiler ve örgütlerin ortak eleştirisi paketin Kıbrıs’taki muhalif parti ve sivil toplum temsilcilerinin ortak katkılarıyla hazırlanan bir paket olmadığı, AKP ve UBP hükümetinin tepeden inmeci bir tavırla bu paketi Kıbrıs Türklerine dayatmaya calıştığı üzerine...
Kamu maliyesini küçültmeyi, özel sektörü büyütmeyi amaçlayan program, özel sektördeki çalışanların yaşam koşullarını iyileştirmeyi, örneğin sendikalı olmalarını amaçlamıyor. Kuzey Kıbrıs’ta özel sektör ve kamu sektörü arasında hem maaşlar hem de haklar açısından bir uçurum var. Özel sektör çalışanları kamuya göre çok düşük ücretlerle çalışıyor, çok büyük bir çoğunluğu da örgütlü değil. AKP Türkiye’den mülhem neoliberal yıkım paketlerini Kıbrıs’ın kuzey yarısında yükselen muhalefete rağmen uygulamaya kararlı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Hazırlanan ekonomik protokol küçük ekonomi, işsizlik ve piyasadaki durgunluğu göz önüne almadığı için Kıbrıs Türk ekonomisinin krizini derinleştirmeye gebe. Protokol eğer tamamiyle uygulanırsa pek çok kamu kuruluşu Türkiye sermayesi tarafından satın alınacak, piyasadaki gelir dağılımı bozulacak, işsizlik artacak ve işçiler daha ucuza çalışacak (Ünal Akifler, Halkın Sesi, 10 Aralık 2012). Anlaşılan o ki AKP, “besleme” olarak gördüğü Kıbrıs Türk cemaatini, vahşi kapitalizmin çelik disipliniyle terbiye etmeye niyet etmiş. İşte bu yüzden Türkiye kamuoyunun Kıbrıs Türk toplumuyla ilgili yüzeysel yargılardan sıyrılarak buradaki ekonomik yeniden yapılandırmanın acımasız yüzüyle tanışması ve iki ülkenin sol hareketlerinin güç birliği yaparak bu konuları gündemde tutması bugün her zamankinden fazla bir önem arzediyor.
Dr. Umut Bozkurt
Siyaset Bilimci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder