1990’larda Yeni Osmanlıcılık: Alt Bölgesel Güç Olma Arayışı


Dış politika stratejisi olarak gündeme getirilse de, Yeni Osmanlıcılık ulusal düzlemde çok önemli yapısızlaştırmaları başardı. Ulusal düzlemde ANAP döneminde uygulanan neoliberal politikalar yoluyla zenginleşen yeni sermaye grupları ve çıkar odakları ortaya çıkmaya başladı. 


II. Dünya Savaşı sonundan 1991’e kadar geçen sürede Türkiye’de emperyal yapı kurma, alt bölgesel güç inşası, İslam medeniyetine liderlik etme gibi arayışlar, kısmen tartışılsa da, fiilen gündeme oturmadı. Bunda uluslararası sistemin sınırlamaları ve bölgesel düzlemin elverişsizliği ve başka pek çok neden rol oynamıştı. 1991’de Sovyetler Birliği dağıldı ve iki kutuplu uluslararası sistem yerini ABD’nin tek hegemon güç olduğu belirsizliklerle dolu yeni bir sürece bıraktı. Tek hegemon güç olan ABD uluslararası düzeni bölgesel oluşumlar üzerinden yeniden yapılandırmaya başladı. Bu çerçevede Yeltsin döneminde Rusya Federasyonu’nun Bağımsız Devletler Topluluğu’nu oluşturmasına ve Rusya Fedarasyonu’nun yakın çevre politikası adıyla anılan bölgesel nüfuz alanı oluşturma stratejisine ABD karşı koymadı. Öte yandan, ABD’nin dünya düzenini yeni bölgeselcilik üzerinden biçimlendirme girişiminde Yeltsin yönetimindeki Rusya Federasyonu’na tanıdığı nüfuz alanını tamamen Ruslara terk etmemek için Türkiye’ye Orta Asya Cumhuriyetleri’ne rol model olması telkin edildi. Bu rol modellikte Türkçü akımların savunduğu Türkçü birlik yoktu. Aslında ABD destekli 12 Eylül 1980 darbesi, Türk-İslam sentezi adıyla anılan ve ağırlık merkezi giderek İslamcılığa kayan ideolojik tutumu, İran’ın bölgede oynayabileceği radikal İslamcı çıkışlara alternatif olması için Türkiye’ye rol model olma sorumluluğu yüklemişti. ABD’nin Türkiye yönetimine bu kadar açık bir alan sunmasına rağmen Türkiye burjuvazisi bu boşluğu dolduracak gelişkinlikte olmadığı için, Orta Asya Cumhuriyetleri’nde kendisinden beklenen rolü icra etmekten uzak kaldı. 2000’li yıllarda Türkiye Orta Asya’dan tamamen çekilmese de, varlığı hissedilir düzeye hiç ulaşmadı. Bu rol model tutmamıştı.

Taşlar yerinden oynarken: Özal Dönemi Yeni Osmanlıcılık
Orta Doğu’da ise zikzaklar yaşanacaktı. 1990’lı yıllara Irak savaşı ile girilirken ANAP yönetimi ve özellikle de o sıralar cumhurbaşkanı olan Özal, bu savaşı, Türkiye’nin alt bölgesel güç haline gelmesine vesile olacak bir fırsat olarak okudu. Ahmet Davutoğlu’nun da belirttiği gibi “Özal’ın dillendirmeye çalıştığı yeni-Osmanlıcı çizgi...” soğuk savaşın sona erdiği dönüm noktasına rastlamaktadır. Özal döneminde tartışılan Yeni Osmanlıcılık ABD hegemonyası altında alt bölgesel güç olma arayışı anlamına geliyordu. Küresel düzlemde yaşanan değişimlerin bölgesel düzlemlerde yeni fırsatlar sunduğu varsayılıyor ve Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlarda dini, kültürel ve tarihi bağları bulunduğu için buralarda aktif rol alması gerektiği vurgulanıyordu. Bu durum alt bölgesel güç olma arayışının ifadesidir. Hatta o dönemde daha ileri gidenler, Saddam yönetiminin devrileceğini ve bu durumda Türkiye’nin Irak içinde bulunan Kürt ve Türkmen coğrafyalarını da kapsayan bölgelerle federasyon oluşturması gerektiğini, bunun gerçekleşmesi için de hızlıca Türkiye’nin parlamenter sistemi bırakıp, başkanlık sistemine geçmesi gerektiğini dile getirdiler. Öte yandan Özal dönemindeki Yeni Osmanlıcılık öykünmesi bu dönemde Türkiye’nin gerçekten de alt bölgesel güç haline geldiği anlamına gelmiyor. Zira Türkiye’de bu dönemde, bu politikayı destekleyecek donanıma sahip iddialı bir sermaye henüz mevcut değildi. TSK de Türkiye’nin böyle bir maceraya sürüklenmesini desteklemedi. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ın istifasına bu açıdan bakılmalıdır. ABD’nin Türkiye’ye alt bölgesel güç olma yönünde telkinlerde bulunduğuna şüphe yok, fakat bunun sınırsız olduğu anlamına gelmediği de açıktır. Zaten, Batılı güçler Irak’ın parçalanmasının yaratacağı kaotik durumdan endişelendikleri için Saddam Hüseyin’in iktidarda bir süre daha kalmasına müsaade ettiler, böylece Özal’ın tahayyül ettiği alt bölgesel güç olma hevesi gerçekleşemedi.

Özal döneminde gündeme taşınan Yeni Osmanlıcılık – alt bölgesel güç olma istemi – öncelikle Türk dış politikasında yerleşik hale gelen statükocu yaklaşımın açıkça sorgulanmasına yol açtı. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi küçümsenir hale geldi. Önemli ölçüde eski solcu ve ülkücüler arasından devşirilen kalemşörler Özal dönemi Yeni Osmanlıcı söylemleri savunarak öncelikle Kemalist dönemde benimsenen irredantizm (kaybedilen toprakların geri kazanımı) karşıtı dış politikanın zemininin kayganlaştırılmasına katkıda bulundular. 12 Eylül döneminde devletin faşizan işkence ve baskılarına maruz kalan solcuların bir kısmı Özal döneminin liberal söylemlerinin peşinden giderek devletin faşizan yüzü ile hesaplaşmayı özlerken, ülkücülerin bir kısmı da eskiden üstlendikleri komünizmle mücadelede “silahlı güç” olma rolünü Özal döneminde serbest piyasacı liberal söylemler ile besleyerek, bu kez de neo-liberalizmin değirmenine su taşıdılar. Eskiden “silahlı güç” olarak oynadıkları rolü bu kez küresel aktörlerin öngördüğü neo-liberal dönüşüme söylem düzeyinde katkı sunarak, sisteme eklemlendiler. Bu süreçte Ülkücülerin önemli bir kısmı İslamcılaştı ve böylece Orta Doğu’da ve Balkanlarda tarihi mirası keşfe çıktılar. 
Eski uluslararası sistemin yıkıldığı fakat yenisinin henüz inşa edilemediği bir konjonktürde, bölgesel düzlemde Türkiye’ye sunulan alt bölgesel güç – alt emperyalizm- rolü sermayenin büyük çoğunluğu, devşirilen aydınlar, işçi sınıfının bir kanadı (Hak İş gibi) tarafından heyecanla karşılandı. Fakat fırsatı sunan üst emperyalist güçler, Türkiye’nin oynamak istediği rolün sınırını da belirlediği için Özal dönemi Yeni Osmanlıcılık stratejisi dış politikada heveslendiği sonuca ulaşamadı. Öte yandan, dış politika stratejisi olarak gündeme getirilse de, Yeni Osmanlıcılık ulusal düzlemde çok önemli yapısızlaştırmaları başardı. Ulusal düzlemde ANAP döneminde uygulanan neoliberal politikalar yoluyla zenginleşen yeni sermaye grupları ve çıkar odakları ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, İran-Irak savaşında temel gıda maddeleri ihracatı yaparak palazlanan yeni sermaye, kendi sınıfsal çıkarına uygun düşen, Türkiye’nin Yeni Osmanlıcılık - alt bölgesel güç - rolü oynaması gerektiğini savunmaya başladı. Bütün bunlar, ulusal düzlemde Yeni Osmanlıcılık söylemleri ile eşgüdüm içinde gelişti ve eski yapıların zeminleri kayganlaştı. Özal dönemindeki neo-liberal dönüşüm laiklik karşıtı muhafazakarlığın da güç kazanmasına yol açtı. Tarikatlar ve dini cemaatler artık sivil toplum olarak sunulmaya başlanacaktı. Dış politikada istediği amaca ulaşamayan Yeni Osmanlıcı tutum, ulusal düzlemde yeni bir epistemik toplum üretti. Bu epistemik toplum ulusal olduğu kadar uluslararası düzlemde de geniş çaplı yeni ağların içinde palazlanmaya başladı ve gündemi domine eder noktaya ulaştı. 

Yeni Osmanlıcılığın 2000’li Yıllarda Yeniden Üretimi

Yeni Osmanlıcılık Nasıl Formüle Edildi?
Kökleri Özal dönemine kadar uzanan Yeni Osmanlıcılık 1990’lar boyunca yaşanan siyasi mücadeleler içerisinde eski merkeziliğini yitirdi. Güçlü bir şekilde yeniden dolaşıma sokulduğunu görmek için 2009’u beklemek gerekecekti. Aslında Yeni Osmanlıcılık Türkiye’nin gündemine daha AKP’nin ilk yıllarında gelebilirdi. Fakat 1 Mart tezkeresinin reddi, Davutoğlu’nun kurguladığı Yeni Osmanlıcılık – alt bölgesel güç- stratejisinin ötelenmesine yol açtı ve 2009 yılına kadar Yeni Osmanlıcılık tartışması ivme kazanamadı. Bu sonuca nasıl vardığımı anlamak için, Davutoğlu’nun daha 1999 yılında yazdıklarından başlayarak dışişleri bakanı olmadan önce yayınladığı Stratejik Derinlik kitabında yaptığı analizlere bakmak faydalı olabilir. 1999 yılında Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan bir makalesinde Davutoğlu şöyle demektedir: “Özal’ın dillendirmeye çalıştığı yeni-Osmanlıcı çizgi, Refah Partisi ile siyasi platforma taşınan İslami yükseliş, 28 Şubat süreci ile radikal bir programa dönüşen Batıcılık ve PKK terörüne yönelik tepkilerle ivme kazanan... milliyetçilik akımları yakın tarihimizin ana akımlarının çizgilerini bünyelerinde barındırmakta.  ... bu akımların Türkiye’nin uluslararası konumu ile iç siyasi kültür arasında kurdukları bağlantılar aynı zamanda Türkiye’nin uzun dönemli eksen arayışlarını da yansıtan bir tablo oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığında... elit-içi dalgalanmalar net bir çözüm tablosu oluşturmaktan çok, uzun dönemli damarların tepkilerini yansıtmaktadır. Zihinlerin karışıklığı biraz da Türkiye’nin stratejik kimlik ve zihniyet anlamında yeni bir eksen arayışı içinde olmasındandır…”. Davutoğlu’na göre, Türkiye, “dini ve tarihi süreklilik unsurlarını” dikkate almayan Batı-eksenli, seküler dış politika izlemektedir. Türk dış politikasının dini ve tarihi omurgasının eksik olduğunu ileri süren Davutoğlu, daha sonra 2001 yılında yayınladığı Stratejik Derinlik adlı kitabında “dini ve tarihi mirasın” dış politika yapımı sürecine katılması gerektiğini Balkanlar bağlamında savunmaktadır. Davutoğlu,  “Türkiye’nin tabi müttefiki konumunda olan Müslümanların çoğunlukta olduğu iki ülkede (Bosna ve Arnavutluk) bu ortak tarihî birikimi tabii bir ittifak hâline dönüştürme iradesi ortaya çıkmıştır. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Sancak, Kosova ve Romanya’daki Türk ve Müslüman azınlıklar ise Türkiye’nin Balkan politikasında önemli unsurlar” olduğunu ileri sürmektedir. Bütün bunları Osmanlı mirası olarak adlandırırken bu ülkeler için kullandığı sözcük bir ölçüde küçümseyici anlam ihtiva eden “Osmanlı bakiyesi”dir. Davutoğlu’na göre “Türkiye bu noktada Almanya ile Rusya’yı karşısına almadan ve bu ülkelerle diplomatik teması kesmeden, ABD ile kesişen bölgesel hesapların realize edilmesi gerekmektedir”..

AKP’nin bakanlık dışından büyükelçi olarak atadığı başbakanın dış politika baş danışmanı Ahmet Davutoğlu, CNN Türk’te 18 Şubat 2004’de yaptığı açıklamada AKP’nin izleyeceği dış politika stratejisini beş prensip altında toplamaktadır.  “İlki, özgürlük ile güvenlik arasında kurulacak bağlantıdır”. İkinci temel esas ise “komşu ülkelerle sıfır problem ilişkisidir.” Üçüncüsü “Türkiye’nin bu merkez karakteri dolayısıyla dış politikasının çok boyutlu ve çok kulvarlı bir yapı kazanmasıdır.” Dördüncüsü, “Türkiye yeni dönemde ‘köprü’ değil, ‘merkez’ ülke olarak tanımlanmalıdır”. Beşincisi, “ritmik diplomasiye geçiştir.”  Davutoğlu’nun sözünü ettiği prensip-kavramların hiç bir tanesi yeni değildir. Aynı ve veya çok benzer kavramlar-prensipler daha önceki dışişleri bakanları, örneğin İsmail Cem ve Hikmet Çetin, tarafından da zikredilmiştir. Davutoğlu’nun dış politika jargonundaki temel fark dış politika zihniyetinde “omurga meselesi” olarak adlandırdığı dini-İslami boyuttur. Davutoğlu, kendisinden öncekilerin seküler dış politika izleyerek Osmanlı mirasını yeterince hesaba katmadıklarını iddia etmektedir. Osmanlı mirasını eski dış işleri bakanları da gündemde tutmuşlardır, fakat ayrım şuradadır: eski dışişleri bakanları İslamcı dayanışmayı öngörmemişlerdir. Halbuki Davutoğlu Balkanlarda İslami dayanışmayı öngörmektedir. Daha ayrıntılı koymak gerekirse, eski dışişleri bakanları Osmanlı mirasını Türk azınlığın, bulunduğu ülkeye entegre olmasını, fakat etnik kimlik ve kültürünü muhafaza etmesini öngörürken, Davutoğlu dini kimliği ön plana çıkartmakta ve İslami değerler üzerinden bir dayanışma stratejisi önermektedir. Aradaki bu fark Balkanlarda bulunan Türk azınlık tarafından oldukça ihtiyatlı okunmaktadır. Balkanlarda bulunan Türk azınlığın karşılaştığı sorunlar dini meselelerden çok, kendi dillerinde eğitim almaları ile ilgilidir ve kendilerinin örneğin Yunanistan ve Bulgaristan’da olduğu gibi Türk azınlığı olarak tanınmamalarıdır. Bu konunun ayrıntılarına ise gelecek haftaki SoL Bakış’ta değineceğim. 

Mustafa Türkeş
Orta Doğu Teknik Üniversitesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder