Osmanlı’nın son yüzyılı bugün AKP’nin kendi rejimini üzerinde inşa etmeye çalıştığı İslamcılık’tan ibaret değildi. Bu acılı yüzyıl, aynı zamanda siyasal ve toplumsal eşitlik uğruna verilen zorlu mücadeleler ve yenilgilerle de doluydu.
AKP’nin sadece dış politikada izlediği ve
artık dikiş tutmaz bir hale gelen siyasetin değil, bir bütün olarak ortaya
koyduğu hegemonik projenin Yeni-Osmanlıcılık olarak adlandırılması ve bu
adlandırmanın her geçen gün daha fazla kabul görmesi, kuşkusuz, AKP’nin
Türkiye’de gerçekleştirmeye çalıştığı dönüşümün derinliğine dair artan
farkındalığın önemli bir göstergesi. Yeni-Osmanlıcılığın, yalnızca Ahmet Davutoğlu’nun
“Stratejik Derinlik” kitabında dile getirdiği kuramsal iddialardan ya da
Ortadoğu’ya yönelik kimi pragmatik hamlelerden ibaret bir dış politika seçeneği
olmadığı; aksine, bir yandan Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi içindeki
pozisyonunu yeniden belirlerken diğer yandan da siyasal egemenliğin meşru
sahibi olan “siyasal toplumu” Sünni-İslam temelinde yeniden tanımlamaya çalışan
bir rejim inşası stratejisi olduğu her türlü çözümlemenin merkezine oturmak
zorunda. Zira bu durum artık, bir televizyon programında Esad’ın Alevi kimliği
nedeniyle çoğunluğu Sünnilerden oluşan bir toplumu yönetemeyeceğini söyleyen Erdoğan
başta olmak üzere, AKP yöneticileri tarafından da giderek toplumsal ve siyasal
yaşamın her alanında yeniden üretilen bir dile dönüşüyor.
Muhayyel
Osmanlı
Yeni-Osmanlıcı dilin omurgasını ise, “ecdadımız”
safsatasında somutlaşan ve AKP tarafından her fırsatta gündeme getirilerek
işlenen “muhayyel” bir Osmanlı tasavvuru oluşturuyor. Bu elinde kılıç tüm Ortadoğu
ve Balkanlara adalet götüren, ümmeti kucaklayan, ümmetten olmayanlara ise
hoşgörü ihsan eden dini bütün bir İslam devleti olarak Osmanlı tasavvuru, hem
Türkiye’de Sünniliğin siyasal rejimin temeli haline getirilmesinde, hem de dış
politikada “Osmanlı bakiyesi” olarak sahip çıkılan toplulukların kimliklerinde
kendisini açık bir şekilde gösteriyor. AKP muarızlarının gözünde de Osmanlı’nın
tarihsel olarak miadını doldurmuş, geri, İslamcılıkla özdeşleşen bir siyasal
yapı ve her açıdan kurtulunması gereken bir miras olarak görülmesi de, AKP’nin
muhayyel “Osmanlı”sına dair algıyı güçlendiriyor.
Osmanlı Devleti’nin tarihsel ve dolayısıyla devingen
bir yapı olması bir yana, Osmanlıcılığın kendisi de hiçbir zaman sadece Osmanlı
İmparatorluğu’nun varlığını meşrulaştırmaya yönelik bir ideoloji olmadı. Osmanlıcılık,
sınıfsal, dinsel ve etnik eşitsizlikler üzerine kurulmuş olan Osmanlı eski
rejiminin, hem uluslararası baskılar, hem de ezilen toplumsal sınıfların
eşitlik talepleri karşısında dağılma tehdidiyle karşılaşması sonucunda gündeme
gelmişti. Osmanlıcılık fikri, “Devrimler Çağı”nın Osmanlı topraklarında dünyaya
gelen çocuğuydu ve Osmanlı’nın uzun 19. yüzyılı boyunca, egemenliğin meşru
sahibinin kim olacağı üzerine verilen toplumsal mücadelenin konusunu oluşturdu.
Kimin
Devleti? Nasıl Bir Eşitlik?
Osmanlıcılık, Tanzimat’la birlikte Osmanlı hâkim
sınıflarının, içinde bulundukları krizden, dinsel kimliklere siyaseten eşitlik vaat
eden yeni bir düzenle çıkmak için buldukları formüldü. Fakat daha ilk andan
itibaren Osmanlı toplumunun eşitsizlikleri en fazla yaşayan ve en fazla
sömürülen kesimi olan gayrimüslim köylülüğün meydan okumasıyla karşılaştı.
Tanzimat’ın Osmanlıcılığı, bir yandan eşitliği dini cemaatler arası biçimsel
bir denkliğin ötesinde, tüm feodal yükümlülük ve imtiyazların ilgası olarak
yorumlayan kitlelerce ileriye taşınmaya çalışılırken, diğer yandan da feodal
imtiyazların restorasyonu ve imparatorluğun İslam halifesinin otoritesi altında
Müslümanların devleti olarak tahkim edilmesini isteyen geniş bir hâkim sınıf
koalisyonu tarafından tehdit ediliyordu.
Kazananı belirleyen bir kez daha sınıf
mücadelesi oldu ve Abdülhamid istibdadı, siyasal toplumu Sünnilik ekseninde
tanımlayan, Sünni olmayan Müslüman kitlelere asimilasyon ve dışlanma;
gayrimüslimlere ise eşitlik taleplerinden vazgeçmeleri karşılığında hoşgörü,
aksi takdirdeyse daha fazla sömürü, baskı ve zulüm vaat eden yeni bir
Osmanlıcılık anlamına geldi. 30 yıl süren bu sürecin sonunu getirense bir kez
daha siyasi ve toplumsal eşitlik talepleri oldu. Meşrutiyet’in Osmanlıcılığı, artık
dini cemaatler arasında değil, vatandaşlar arasında eşitlik öngören; siyasal
toplumun dine referansla değil, burjuva vatandaşlık fikriyle tanımlandığı bir
rejim tasavvuruna dayanıyordu. Günümüzdeki yaygın kanının aksine bu tasavvur,
İmparatorluğu ayakta tutmak için sarılınılan ve en kısa zamanda Türkçülük
lehine vazgeçilecek pragmatik ve miadı dolmuş bir ideoloji değildi. Aksine, bir
kez daha içeriği, farklı toplumsal sınıfların ve siyasal projelerin talepleri
sonucunda şekillenen ve “kimin devleti” ve “nasıl bir eşitlik?” sorularına verilen
farklı cevaplardan oluşan bir mücadele alanıydı.
Bizim
Ecdadımız
Her ne kadar, bugünden geriye dönüp
baktığımızda gördüğümüz, emperyalizmin kıskacında birbirini boğazlayan
milliyetçilikler, topraklarından sürülüp atılan milyonlar, unutulmaya terk
edilen ya da zorla unutturulan kimlikler olsa da; Osmanlı’nın son yüzyılı bugün
AKP’nin kendi rejimini üzerinde inşa etmeye çalıştığı İslamcılık’tan ibaret
değildi. Bu acılı yüzyıl, aynı zamanda siyasal ve toplumsal eşitlik uğruna
verilen zorlu mücadeleler ve yenilgilerle de doluydu. Bizim “ecdadımız”ın, yani
ezilen ve yeni bir dünya özlemindeki farklı kesimlerin ortak bir siyasal toplum
tahayyül etme ve ortak bir siyasal dil kurmadaki başarısızlıklarından
çıkarılacak pek çok ders var. Ve eğer AKP kendi rejimini, tarihin yeniden
yazılması üzerine inşa ediyorsa, “ecdadımızın” tarihi de yeniden yazılmayı
bekliyor.
Çağdaş Sümer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder